Skip to content

Sinan canan ile Röportaj

  • Bize biraz kendinizi tanıtabilir misiniz, kimdir Sinan Canan?

Ya en zor soru en başta sorulur mu? Çok zor bir soru. Ben ne bileyim? Kim olduğumu bilmiyorum. O yüzden yaşamaya devam ediyorum. Size birkaç tane şey sayabilirim. Hatıramı sayabilirim ancak. Ankara’da doğdum, sonra biyoloji okudum. Hayatımda bana yapılmış en büyük kozmik kıyaktır bu. Ondan sonra tıp fakültesinde master doktora yapıp on iki sene tıp fakültesinde hocalık yaptım. Sonra bir kafayı çevirdim bir döndüm, Profesör olmuşum. Nörobilim alanında uzman olmuşum. Nasıl oldu? Ben de anlamadım. Sonra 2013 yılından beri de Türkiye’nin her tarafında “İnsan aslında zannettiğimiz gibi bir şey değildir bak vallahi böyledir” şeklinde biyoloji temelli bir uyandırma çalışması yapmaya çalışıyorum. Bize biyoloji öğretilmediği için kaybettiğimiz şeyleri mümkün mertebe topluma geri kazandırmak gibi çılgınca bir niyetim var. Onun peşinde devam ediyorum. Ne iş yaptığımı temel olarak soranlara da profesyonel meraklı olduğumu söylüyorum, yaptığım iş bu. Çok şükür merak ettiği konuda geçimini sağlayabilen nadir insanlardan bir tanesi olduğum için de bir daha dünyaya gelsem hepsini aynı yapardım diye düşünüyorum. Bir şey de değiştirmek istemezdim herhalde.

  • Galiba bunları zaten hayatınızdaki kırılma anları olarak anlattınız.

 

Evet. Yani. Ama bir şeyi de unutmamak lazım, esas esas kırılma anı üç çocuk babası olduğunuzda oluyor. Diğer şeylerin hepsi boş. Üç tane çocuk olunca sorumluluğunuzun altında böyle bir irkiliyorsunuz. Bir kendinize geliyorsunuz. Şimdi en büyüğü yirmi iki, en küçüğü on altı yaşında. Üç tane de çocuğun babası olarak geçiyor kütükte ama yani inşallah güzel yapabilmişizdir. Öyle diyelim.

 

  • Hayatınızı bilim insanı olarak yönlendirmeniz, muhtemelen önce biyoloji okumanızla başlıyor bu süreç. Bu süreci başlatan neydi? Yaşadığınız bir dönüm noktası ya da herhangi bir ivmenin payı var mı bu şu anki olduğunuz durumda?

 

Muhakkak ve eğer şu anda olduğum şeyde bir şeyin çok büyük bir payı varsa yıllar sonra şunu öğrendim ki ben muhtemelen onun farkında bile değildim Zira hayatımızı oluşturan gerçek nedenleri çoğu zaman görmeyiz bile. Kimi zaman bizim zamanımızın dışında olan etkiler bizim hayatımızı yönlendirir ama benim hatırladıklarım arasında mesela biyolog olmama sebep olan lisedeki biyoloji öğretmenimin dersi anlatırken aldığı zevkti ne anlattığını hiç anlamadım ama dedim ki bu kadın ne yapıyorsa ben de ondan olacağım çünkü çok büyük keyif aldığı belliydi.

Sonra üniversitede işte biyoloji bölümünü yazmak o zamanki arkadaşlarım tarafından delilik olarak karşılanıyordu hani ne gerek var böyle bir şeye diye. Küçüklüğümden beri etrafına böyle cinslik yapmayı şiar edinmiş bir insan olarak bu da benim biyolog olmamı kolaylaştırdı. Çünkü kimsenin gözünde popüler bir meslek değildi, babam dahi gıcık oluyordu biyoloji dediğinde. Dolayısıyla bulunmaz nimet. Ben hemen biyolojiyi yazdım.

Ama ondan sonra galiba bugün yaptığım şey için en önemli hatırlayabildiğim kırılma noktası şuydu: Biyoloji bölümü birinci sınıfta ilk derslerimizden bir tanesinde, o zaman derslerimize giren hocamız Profesör Doktor Ali Demirsoy bize bir konuşma yapmıştı, bir hazırlık konuşması gibi. O konuşmanın beni çok etkilediğini hatırlıyorum. Onun en önemli bölümü de “Siz artık bilim insanı adaylarısınız ve bilim insanlarının görevi sadece bilgi üretmek değil, öğrendikleri her şeyi en doğru şekilde insanlara anlatmaktır. Bu sorumluluğumuzu unutmayın.” demişti. Ben de buradan görevi devraldım. Gaza geldim. Kendisiyle hala görüşüyoruz bu arada, Ali hoca oldukça memnun gözüküyor sonuçtan. Dolayısıyla biz de bize verilen eğitimin hakkını sanıyorum, vermeye gayret ediyoruz.

Galiba bunlar ama en temelde, en eskide bizim ailede en çok eşinden eziyet gören, devamlı ezilen bir dedem vardı yazık. O adam gözümde sürekli en karizmatik adam olarak yer alırdı. Niye böyle? Niye böyle diye düşündüğümde fark etmiştim ki ailede sürekli kitap okuyan tek insan oydu ve kitap okuması benim gözümde onu acayip karizmatik yapmıştı. Ben de küçüklüğümden beri karizmatik olmakla kitap okumayı ilişkilendirdiğim için olsa gerek bana hep havalı gelmiştir. Bunun da faydasını ömür boyunca gördüğümü düşünüyorum. Hâlâ çok şükür o alışkanlığım devam ediyor, inşallah hiç kaybolmaz.

 

  • Hayatımda işe yarayan her şeyi anlatmaya çalışıyorum dediğiniz bir röportajınızı görmüştüm. Açık Beyin de bu bağlamda mı ortaya çıktı? Bize biraz Açık Beyin’den bahseder misiniz?

 

Şimdi tek başınıza anlatmak bir yere kadar gidiyor. Ben tıp fakültesinde hocalık yaparken de sağ olsun genç arkadaşlar dersleri sevdikleri için hocam sen bize dışarıda da bir şeyler anlat dediler. O zaman ben işte yavaş yavaş başlamıştım, sonra baktım nerede anlatsak böyle bir coşmalar taşmalar oluyor, insanların hoşuna gidiyor. Bunu biraz daha organize yapabilmek için Ankara’da En Beyin diye bir organizasyon kurmuştuk, o zaman Türkiye’de 20 30 ili resmen turne gibi gezdik. Üniversitelerde Serkan Kara İsmailoğlu ile beraber, şu anda Hacettepe’de görev alıyor kendisi onunla birlikte bayağı bir turneler yaptık. Beyinle ilgili enteresan öyküleri paylaştık. İnsanları biraz beyin bilimine yönlendirmeye çalıştık. O dönemlerde de nörobilim alanları yeni yeni kuruluyordu ve biraz da bizim katkımızda bayağı bayağı bir ilgi oluşuyor nörobilime karşı, o kısmı çok sevdim ben.

Tabii onu çok fazla sürdüremedik çünkü bunun sürdürülebilir bir yapıya dönüşmesi lazım, tek başınıza yapabileceğinizin bir sınırı var. Ankara’da bu işte çok başarılı olamadık. İstanbul’a geldim. Şimdiki eşim sevgili Müge hanımla beraber böyle bir oluşum kurmaya karar verdik. İşte o günden beridir özellikle genç gönüllü arkadaşların da katkısıyla çılgın gibi büyüyor. Bir fikir platformu olmaya gayret ediyoruz. Yine en çok konuşan benim ama çok konuşan, güzel konuşan arkadaşlarımız da var yine yanımızda.

Dolayısıyla Açık Beyin aslında yapısal olarak bir eğitim şirketi, yani bir şirket sonuçta. Bu yaptığımız işlerin hepsinin daha sürdürülebilir bir hale nasıl gelebileceğini ve şirket faaliyeti yaparken nasıl toplum faydası üretilebileceğine dair Türkiye’de bir örnek olmaya çalışıyoruz. Elimizden geldiğince youtube yayınlarımız, diğer matbuatımızla bu işi uzunca bir süre böyle devam ettirmeyi ve geliştirmeyi düşünüyoruz. Hedefimiz ise şu: bunu dünyada pek eşi benzeri olmayan atipik bir enstitüye çevirmeyi; nörobilim ve davranış bilimleri tabanlı, modern bilim ve kadim bilgeliği bir araya getirme cesareti gösteren insanları toplayan bir araştırma enstitüsü olmayı düşünüyoruz. O yolda da çalışmalar devam ediyor. Büyüyünce olacak inşallah.

 

  • Biraz da empati konsepti üzerine konuşalım istiyorum. Anlattığınız gibi nörobilim ve davranış bilimleri üzerinde konuşulan konulardan bir tanesi bildiğim kadarıyla. Empati bize ne kazandırır ve empati üzerine söylemek istediğiniz şeyler nelerdir?

 

Empati bizim karmaşık bir doğal yeteneğimize insanlar olarak koyduğumuz bir isim. Pati aslında hissetmek demek, empati de benzer hissetmek anlamına gelen bir ön ekle türetilmiş bir kelime. Memelilerin birçoğunda, primatların hepsinde ve en gelişmiş düzeyde insanda karşıdaki bireyin ya da karşıdaki canlının, bunun insan olması bile şart değil, duygu durumuna dair derin bir hissediş yeteneği var. Biz buna empati adını veriyoruz. Herkeste aynı düzeyde değil ama böyle bir potansiyel var.

İki tipi var empatinin; birinci tipi çok daha yaygın herkese görebileceğiniz bilişsel empati dediğimiz bir süreç. Karşıdaki kişinin üzgün ya da neşeli olduğunu görünce anlamak gibi, hastalığınız veya bir beyin hasarınız yoksa karşıdaki kişinin duygu durumunu anlayabiliyorsunuz bilişsel olarak.

Bir de duygusal empati dediğimiz bir kısım var. Karşınızdaki insanın duygusal durumunu aynen içinizde tekrar edip yaşamak, onun duygularıyla duygulanmak. Buna da duygusal empati deniyor. Türkçedeki, biraz daha kadim deyişteki ifadesi, hem hal olmak, digerkam davranmak falan gibi ifadelerle karşılanıyor. Bu o kadar temel bir özelliğimizdir ki şöyle söyleyeyim: insan türünü diğer canlılardan farklı yapan bir sürü özellik sayabilirsiniz; konuşması, zekâsı, problem çözmesi gibi. Fakat bunların hepsinin çok ötesinde insan beyni bedenine göre aşırı büyüktür.

Bu büyüklüğün temel nedenini sorguladığınız, bu beyin niye büyük kadar büyüktür diye baktığınız zaman sosyal ilişkilerdeki karmaşık ilişkileri yürütebilmek için çok büyük bir beyne sahip olduğumuzu görürsünüz. Biz çok ileri düzey sosyal yeteneklerle donatılmış bir canlıyız. Neden böyleyiz? Çünkü tek başımıza çıplak, zayıf bir primat olarak dünyada hayatta kalma şansımız sıfır; hatta sıfırın altında. Vahşi hayvanların yüz bin sene önce tabiatta bizim gibi bir insanı gördüğünü düşünsenize. Kentucky Fried Chicken gibi kurtuluş şansınız yok, güp diye mideye indirirler. Zaten öyleymiş. Çok büyük saldırılar altında nesiller boyunca yaşamış atalarımız. Ama buradan nasıl kurtarmışlar, kendileri gibi tekil olarak zayıf olan insanlarla bir araya gelmenin ve büyük birliktelikler oluşturmanın zekice yollarını bulabildikleri için; ortak hikâyeler, inançlar, kurgular, yapılar oluşturabildikleri için bugün dünyayı en fazla değiştiren tür haline gelmiş insanlık.

Dolayısıyla en güçlü yeteneğimiz nedir diye sorarsanız, bizim sosyal yeteneklerimiz onların içerisinde de kaçınılmaz olarak empati yeteneği ilk sıralarda yer alıyor. Çünkü bir birliktelik kurabilmek için bizim hayatımızdaki en önemli, yönlendirici güç olan duygularımızın ne dediğini anlayabiliyor olmamız lazım.

Bu kişinin kendisi için de geçerli, karşıdaki için de geçerli. Mesela bazen derslerinizde oluyordur; bazı hocalar içinizi bayar sinir getirir size, ölse de ders bitse falan ama bazısının konuşurken ağzından içeri düşersiniz. Aradaki fark nedir? Heyecanlı olanın heyecanını sıkkın olanın sıkıntısını hissedersiniz içinizde. Dolayısıyla bu; örneğin bir liderde, bir takım yöneticisinde, bir ailenin anne babasında çok önemli; dikkate alınması gereken bir mesele.

Böyle özetleyebilirim ama hayatın en önemli konularından biridir aslında empati. Bu yeteneği geliştirmek de mümkün eğer zayıf olduğunu düşünüyorsanız. Adına duygusal zekâ dediğimiz şeyin önemli bir kısmını oluşturuyor ve bunun talimleri yöntemleri her tarafta anlatılıyor zaten. Lütfen üzerinde çalışın, önemli bir şey.

 

  • Empatiden yola çıkarak şunu sormak istiyorum. İnanmanın insan ruh hali üzerinde sizce nasıl bir etkisi vardır?

 

Bir kere şöyle söyleyeyim: insan beyni aşırı gelişmiş olduğu için o beynin aracılık ettiğini düşündüğümüz bazı yeteneklerden dolayı insan her şeyin açıklamasını bulmak isteyen tuhaf bir varlıktır. Mesela ineğin geviş getirirken böyle bir derdi hiç olmaz; bütün bunların anlamı ne, bu otlar nereden geliyor falan; inek böyle bir şey düşünmez. Gayet güzel geviş getirmenin her anında tıngır mıngır yaşar ama insanla ilgili fark edilen bir şey var. Benim çok yaptığım bir insan tanımıdır bu: Karnı doyunca arıza çıkaran tek canlıdır insan. Her şey yoluna girdiği zaman bir problem çıkarır, bir şey yapası gelir, ortalığı bozar, onu bunu rahatsız eder. Olmayan şeylerden endişelenir yaşayıp geçirdiği geçmişi değiştirmek arzusuyla yanıp tutuşur ki biz buna pişmanlık diyoruz.

Bütün bu hikâyeler insan zihninin bir tuhaf yapılanması olduğunu bize gösteriyor. Başka hiçbir hayvanın çekmediği eziyeti biz kendi kendimize çektiriyoruz. İsterse yatlarda katlarda yaşasın, o sıkıntı birçok insana basıyor ve psikolog, psikiyatristlerin kapısında kuyruk olan insanların çok büyük kısmının sosyoekonomik gelir düzeyi oldukça yüksek olan insanlar olduğunu da biliyoruz. Yani maddi refah da bizi mutlu etmiyor. Çünkü biz sonsuz istekleri olan sonlu bir canlıyız, öleceğini bilen tek canlıyız. Böyle bir sürü tuhaflığımız var ve bütün bunların içerisinde bu paradoksların nedenini anlamak istiyoruz. Bunun için de yapıştırıcı, bu bölük pörçük bilgimizi bir araya getirip anlamlı bir varlık nedeni oluşturabilecek bir açıklamaya ihtiyaç duyuyoruz. Bunun en kestirme alınabildiği yerler inançlarımız.

İster bir dini inanca sahip olun ister olmayın muhakkak bir şeylere inanmak zorundasınız. Dünyada her şeyi birebir deneyimleyip öğrenebilecek kimse yoktur. Ömrümüz asla ona yetmez. Bir şeyler hakkında inançlarımız vardır. Mesela online toplantılarda insanların ekranda size görüntüsü ulaşan ve dünyanın bir yerinde gerçekten bilgisayar karşısında konuşan bir insan olduğuma inanıyorsunuz. Ama aynı zamanda deepfake teknolojisiyle bunu gayet güzel bir şekilde sahte olarak üretebildiğimiz bir dönemde bu inancınız gerçek olmayabilir. Ama siz bu gerçektir diye kendinizce açıklamalar getirip bu inancınızı doğruluyorsunuz.

İnanç, beynin temel çalışma sistemini oluşturur, zeminini oluşturur ve biz aslında inanarak yaşayan canlılarız; dindar, ateist ne olursanız olun bir şeylere inanmak zorundasınız. İnanmadan yaşamak mümkün değil. Bu inanma ihtiyacı aynı zamanda dinlerin, her türlü dini inancın en fazla işlev gördüğü yerdir. Bunlar aynı zamanda çok kestirme psikiyatrik iyileştirme araçlarıdır. Varoluş anksiyetesinden insanı en hızlı kurtaran şeydir ama bu kadar hızlı kurtardığı için de kendisine çok hızlı köle edebilen, düşünmeyi kilitleyebilen garip bir mekanizmanın aktifleşmesine de yol açar. Bu yüzden insan eğer inançlardan oluştuğunu fark ederse inançlarıyla uğraşmanın hayatın en önemli işi olduğunu fark edecektir.

Kendi inançlarınız konusunda, başkasının inancı değil ama kendi inancınız konusunda, devamlı olarak geliştirici faaliyetlerde bulunmanın sizi bugün olduğunuz versiyonunuzdan hızla çok daha iyi versiyonlara taşıyacağını fark edebiliyorsunuz. O yüzden inançlar değiştirilmelidir, geliştirilmelidir, bilgi ile süslenmelidir. Aksi takdirde insanı boğan, yobazlaştıran, bağnazlaştıran ve radikalleştiren cenderelere dönüşür. Bunun en güzel örneği ideolojilerdir; Cemil Meriç’in dediği gibi bütün ideolojiler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir, idrakimizi kapatırlar. Çünkü onlar dünyadaki her şeyi basit bir formülle açıklama iddiasındadır. Ama gerçeklik her zaman ve her zaman her türlü insani açıklama ve insan zekâsının çok üstünde bir karmaşıklığa sahiptir. O yüzden inanmak sadece işimizi kolaylaştırır, faydalı bir araçtır. Çok abartmamak lazım. Yani bıçağım var diye oraya buraya her yere bıçakla saldırmak ne kadar mantıksızsa her şeyi de tek bir inançla açıkladığını zannetmek o kadar mantıksız bir durumdur. Yani inşallah buna düşmeyiz, sıklıkla da birbirimize bunu hatırlatmamız gerektiğini düşünüyorum. Ben de unutuyorum çünkü arada bir.

 

  • Biz üniversite öğrencileri iş hayatı için sürekli çalışıyoruz. Bu açık beyinin de bir video konusuydu. İş hayatı bu kadar zor mu?

 

Yo.

Hiç değil valla korkuyorsunuz Dünyanın en kolay şeyi.

Tüketim kültürünün bize mal satabilmek için uyguladığı pazarlama diye bir taktiği var biliyorsunuz. Pazarlamanın ne olduğunu artık öğrenmişsinizdir. Derler ya anasını yaldızlayıp babasına satmak diye bir prensip, bir şeyleri o kadar güzel allayıp pullarlar ki çok iyi bir şey sanırsınız ve almak için sıraya geçersiniz. Cebinizdeki paradan fazla para ödemeye razı olursunuz. Bu pazarlamanın marifetidir. Günümüzde kariyer, mutluluk, iyi olma, baklavalı bir karın ya da dolgun dudaklara sahip olmak gibi milyonlarca şey bu paketlerin fiyonklarıdır; en vazgeçilmez unsurlarıdır. Birçok şey bize pazarlamayla süslenerek satılır. Bazen bazı meslekler moda edilir, bazen bazı ihtiyaçlar moda haline getirilir. Dün moda olan bir şeyden bugün insanlar korkutulur ve kaçırılır. Kapitalist sistemin pazarlamada kullandığı taktikler sayesinde hayatlarımız arka plandan tıngır mıngır yönlendirilir ve bu paket fiyonklarından bir tanesi de hayalimdeki mesleği bulmak diye bir tabir. Bayılıyorum bu tabire. Acaba hayalimdeki meslek bu mu?

Dünyada geçen hafta sekiz milyarı devirdik. Arkadaşlar hayırlı uğurlu olsun. Dünya nüfusu sekiz milyarı geçti ve bu insanların hepsinin bir şekilde iş yapacağını düşünecek olursanız dünyada sekiz milyar insanın hayaline karşılık gelecek rüya meslek bulunabileceğini düşünebiliyor musunuz? Sekiz milyar tane böyle hayal meslek var mıdır acaba? Böyle bir şey olmayacağı garanti. Dolayısıyla hiçbirinizin hayalindeki meslek dışarıda bir yerde hazır değil ama eğer beyin ve davranış bilimlerinin bugün insan hakkında söylediği, insan hakkında binlerce yıldır söylenen şeyleri falan masaya koyarsanız hayalinizdeki mesleği bulmak sandığınızdan çok daha kolay olabilir.

Birincisi hafifçe hoşlandığınız bir şey bulacaksınız. Muhtemelen o mesleğe başlayınca ondan nefret edeceksiniz. Ben akademisyenlikte aynısını yaşadım. Hiç umduğunuz gibi çıkmayacak. Mesela dışarıdan bana çok havalı görünen profesörler içeri girdiğim zaman böyle gayet, yani ne bileyim enginar gibi adamlar çıktılar. Hiçbir numaraları yoktu. Ben nereye geldim? Bunun için mi babamın kuyumcu dükkânını bıraktım, diye strese giriyordum. Fakat sonra şöyle bir şey keşfediyorsunuz yolda, eğer şanslıysanız, o yaptığınız iş her neyse; o işe kendinizden bir şeyler katarak onu azıcık farklı yapmaya başladığınızda o iş bir anda sizden önceki halinden bambaşka bir şekle dönüşüyor ve sizin rüya mesleğiniz haline geliyor. Orada ne iş yapıyor olursanız olun kendinizden bir şeyler kattığınız her şey sizin olur. Yatırımınız onu vazgeçilmez yapar ve dersiniz ki 10 kere de dünyaya gelsem yine aynı işi yapardım.

Peki, kendinizden bir şey katmanın sırrı nedir? Kendinizden bir şey katabilmeniz için kendinizi iyi tanımanız lazım. Hele ki bu sizi tuvalette bile yalnız bırakmayan teknolojinin olduğu bir zamanda -biliyorsunuz değil mi? En fazla tweet tuvaletten atılıyormuş bu arada. Herkes tuvalette yatakta, elinde telefonlarla, milletin ne yapıp ne ettiğini izliyor ve kendinizle baş başa kalmaya neredeyse hiç imkân bırakmayan bir zamandan geçiyorsunuz. Böyle bir zamanda kendini tanımak oldukça zor bir zanaat. O yüzden ben Yeni Dünyanın Cesur İnsanı kitabında biraz buna vurgu yapmaya çalıştım. Bu devrin en cesur eylemi… Eğer rüyanızdaki kariyeri yapmak, böyle sürtünmesiz bir iş hayatı yaşayıp tırnak içinde “başarı” olarak adlandırdığınız şey neyse ona ulaşmak istiyorsanız önce kendinizi tanımaya, kendi sınırlarınızı ve potansiyelinizi anlamaya vakit ayırmanız gerekiyor. Bugünün dünyasında özel dikkat göstermemiz gereken bir şey, bunun için de en cesur hamle; hiçbir şey yapmadan iki dakika durmak. Şimdi deneyebilirsiniz istiyorsanız. Hiçbir şey yapmadan bir iki dakika durmayı deneyin. İzin vermeyecekler, dışarıdan izin verseler bile sizin içinizde bir şey izin vermeyecek. Aha şunu unuttum, aha susadım, bir şey oldu diye. O iki dakika daha 30 saniye geçmeden sabote edilmeye başlanacak.

İki dakika, üç dakika, beş dakika… Kendi başınıza kalamadığınız yerde kendinizi tanıyamayacağınızı garanti ederim. Bunu da sadece benim söylediğime güvenmeyin. Binlerce yıldır anlatılan büyük hikâyelere bakın. Filozoflar, azizler, evliyalar, peygamberler; kim geliyorsa aklınıza bunların hepsinin aydınlanma hikâyesinde bir mağaraya kapanmak, bir dağa çıkmak, bir çöle çıkmak, bir zindana düşmek, bir balık tarafından yutulmak gibi tonla hikaye vardır. Toplumdan ayrılıp düşünen, derin tefekkür eden, meditasyon yapan bir şeyler yapan insanlara böyle aydınlanmalar gelir. Kira mağaranız yoksa büyük aydınlanma beklemeyin arkadaşlar. O yüzden kendimize ayıracağımız vakitleri çok ciddi tasarlamamız gereken bir zamandayız.

Kendinizi tanıdıktan sonra ne yaparsanız yapın çok güzel olacak. Çünkü niye? Büyük Türk düşünürü Kenan Doğulu ne diyor? Ne yaparsan yap aşk ile yap, kendini tanırsan güzel aşk olur. Değil mi?

 

  • İş hayatından sonra biraz strese değineyim o zaman stres ve hayatımıza etkisi hakkında neler söylemek istersiniz?

 

Neler söylemek istemem ki… Ama bugün burada şunu söylemek isterim; şu anda siz yaş itibariyle tuzu kuru sınıftansınız, en büyük derdiniz muhtemelen önünüzdeki sınav falan bir şeydir. Sonuçta gelip geçici ve ne zaman yaklaşık olacağını bildiğiniz bir şeylerden strese giriyorsunuz ama bir süre sonra hayatın yükü, hayatın tekâlifi derdi eskiler, sırtınıza binmeye başladığında muhtemelen hayatınızda hiç başınıza gelmeyecek şeylerin endişesini yaşayabildiğinizi fark edeceksiniz ve şu anda başlamış olabilir bunlar. Hayatım boyunca başıma hiç gelmeyecek şeylerin endişesini yaşayarak çok zaman geçirdim demiş Mark Twain. Gerçekten biraz hayat böyle bir şeydir ve bunu ancak insan yapabilir. Stres dediğimiz şey, biyolojide bir organizmanın üremesini, beslenmesini ya da hareketini engelleyen bir durum çıktığında organizmanın ona verdiği yanıtlar bütüne denir. Organizma bir tepki verir, bu sıkışmaya ve o sıkışmadan kurtulmak için bunu yapar ve bütün hayvanlarda var olan bir sistemin aynısı bizde de var. Biz de darlandığımızda, sıkıştığımızda, engellendiğimizde, yokluk içinde kaldığımızda bu sistem tetikleniyor. Bu sistemin çalıştığı zaman üç tane sonucu vardır. Üç repertuvarı vardır. Menüde üç şey var, başka bir şey yok. Birincisi savaş, ikincisi kaç, üçüncüsü don. Bu kadar başka bir şey yok. Mesela tabiatta avcıysanız savaş modu çok iyi, aslan olarak kovalayacaksın ki ceylanı yakalayabilesin. Ceylan için kaç modu süper, Aslan geliyor kaçalım ki hayatımızı kurtaralım ama sel, deprem, gök gürültüsü, büyük bir felaket falan varsa yapacak bir şey yok. Bari donalım geçmesini bekleyelim diyerek bir köşeye pısmak da üçüncü seçenek. Yağmurlu havalarda devamlı uykumuz geliyor ya; bir yansıması, bizdeki hali. Evden çıkmayalım bugün hava kötü falan

Canlı âleminde bu süper işe yarıyor. Peki, insanı strese sokan şeyler neler? Trafikte sıkışınca bir stres reaksiyonuna geçiyoruz çünkü daralıyoruz. Peki; savaş, kaç, don; hangisi işe yarıyor? Hiçbiri. Sabah gardırobu açıyorsunuz. Bugün ne giyeceğim? Bugün ne olacağı da belli değil. Gardırop karşısında stres geliştiriyorsunuz. Savaş, kaç, don; hiçbir işe yaramıyor. Sınav gelecek, sınav haftası geldi. Biliyorsunuz öğrencilerin yarısı kabız, üçte biri de ishal olurlar sınav zamanı. Niye? Bu bir stres reaksiyonudur, bütün vücudu etkiler. Sınav zamanı; savaş, kaç, don; ne işe yarar? Zamanında çalışıyorsan o kadar, başka yapabileceği herhangi bir şey yok. Mesela gelecekte ne olacak? Bak bu daha bir tuhaf. Savaş, kaç, don; ne işe yarayabilir bu? Endişe, nesnesi yok. Korku bile değil. Boş bir şeyden endişe ediyorsun. Ondan sonra acaba hayalimdeki beyaz atlı prens ya da prensesi bulabilecek miyim, var mesela; boş işler. Savaş, kaç, don; Hiçbir işe yaramaz. Sosyal bir ortama gireceksin, heyecan yapıyorsun, stres basıyor. Savaş, kaç, don; hiçbir işe yaramıyor. Özetle hayvanların çok işine yarayan sistem. Bizde hiçbir işe yaramadığı gibi devamlı olarak her fırsatta tetiklendiği için bizde kronik stres sendromu diye bir şey yapıyor ve bir süre sonra, 10- 20 yıl boyunca eğer bunu yönetmeyi öğrenemezsek hızla beynimizi küçültüyor. Yani zeka ve akıl kapasitemizi düşürüyor, vücudumuza çok ciddi hasarlara neden oluyor. Başta şeker hastalığı, kanser gibi durumları tetikleyecek altyapıyı oluşturuyor ve bağışıklık sistemimizi sürekli baskıladığı için de bizi her türlü hastalığa açık hale getiriyor. Bu stres hormonlarının uzun dönemdeki major etkilerinden biri, buna kronik stres sendromu diyoruz. Bunu tabiatta bizden başka yaşayan kimse yok. Çünkü biz; biyolojik, doğal yani fabrika ayarlarının dışında bir yaşam tercih etmiş tek canlıyız. Bu medeniyeti, bu teknolojiyi, her şeyi ellerimizle yaptık. O yüzden eğer stresini yönetebildiğiniz bir yaşam kurmak istiyorsanız hemen, yarın, acilen İnsanın Fabrika Ayarları’nı okuyarak işe başlayın. Kendinize büyük iyilik yaparsınız. Arkadaşlar benim kitabım olduğu için değil keşke benden önce birisi yazsaydı belki daha iyi yazardı ama yazmadılar ne yapayım? Hayatınızda sorun yaşayacağınız her türlü alanın kapsamlı bir listesidir İnsanın Fabrika Ayarları. insanın nasıl optimal bir şekilde yaşayabileceğine dair biyoloji temelli, psikoloji temelli nörobilim temelli bir tariftir. Oraya bakarsanız stresin kaynağının bizzat bizim seçtiğimiz yaşam tarzı olduğunu fark edeceksiniz. Onu ne kadar düzeltsek o kadar iyi. Stresin altın silahı, stresi ortadan tamamen kaldıracak altın formül bir cümledir aslında onu söyleyeyim istiyorsanız bol bol kullanırsanız işinize yarar: “Çok da şey yapmamak lazım.” Biliyorsunuz öyle hayatta çok da şey yapmamak lazım. Ölümlü bir hayatta hiçbir şey kalıcı hasar vermez. Sonuçta öleceğiz, daha ne olabilir? Biliyoruz değil mi? Öleceğiz. Hepimiz biliyoruz. Biz öleceğini bilip de bunu umursamayan tek canlıyız, bu da tuhaf işte. Arka planda bu da stres yapıyor. Nasıl öleceğim? Ne zaman öleceğim? Şu anın konusu değil. Zihniniz şimdi şu anda olsa ölüm korkusu hiç çekmezsiniz. O yüzden sizi şimdi bu anda tutacak bir meşgaleniz varsa, akış dediğimiz deneyimi yaşayabiliyorsanız size ne stres, ölüm korkusu, ne endişe uğrar. O yüzden hayatımızda bol bol. Bunu arttırmanın yollarını aramak lazım diye düşünüyorum.

 

  • Gerek yazdığınız kitaplarda gerek açık beyindeki videolarda genel dinleyiciye yönelik ve çoğunlukla hepimizin anlayabileceği türden içerikler sunuyorsunuz. Birçok farklı alanda birçok bilginin her türlü insana ulaşabilmesinde önemli rol oynuyorsunuz. Bu size nasıl hissettiriyor?

Çok iyi benim kafayı bulma yöntemim bu. Şunu şaşmaz bir şekilde deneyimledim. Zor bir konuyu mümkün mertebe basitleştirip anlattığınızda, hele ki konu insanla ilgili bir şeyse en ilgisiz insanın bile kaşlarını kaldırıp Allah Allah, dediğini fark ediyor. Bunu fark ettiğiniz zaman çok sihirli bir değnek geçiyor elinize, özellikle insanların duygularına dokunmayı seven biriyseniz. En kolay ulaşma yöntemi nedir? Zor bir şey bulun, en kolay şekilde anlatın ve insanların onu bir anda anlamasını sağlayın. Ben buna geçmiş 25 senemi yatırmış olabilirim, hiç pişman değilim. 5-10 kişilik bir küçük grup olsun, yüzlerce kişinin doldurduğu bir salon olsun orada insanların örneğin ben nöronlarla, beyin bölgeleriyle ya da evrimimizle ilgili bir şey anlatırken kaşları ilgiyle havaya kalktığı anda bana Nobel versen, Oscar versen, Grammy versem umurumda değil. Hiçbir ödülü o ana değişmem. O motivasyon beni şimdiye kadar götürdü.

 

  • Sizce sizi diğer insanlardan farklı kılan özellikleriniz ve fikirleriniz nelerdir?

 

Çenem. çok konuşmam olacak muhtemelen. Çünkü

Bir insanın anlattıklarını beğeniyorsanız, onu takdir ediyorsanız ve dinliyorsanız sizin zihninize uygun şeyler söylediği içindir. Çok az kişi inancını ve görüşlerini paylaşmadığı birisini dinleyebilir. Dolayısıyla ben aslında insanlara bilmedikleri bir şey anlatmıyorum, çok ekstra bir özelliğim olduğunu hiç zannetmiyorum. Fakat çenem nedeniyle insanların sözel olarak formüle etmekte zorlandıkları bazı şeyleri daha kolay anlatıya dönüştürebildiğimi düşünüyorum. Bu beni biraz farklı gösteriyor olabilir. Yoksa bildiğiniz dibine kadar tembel, kendini frenlemekte çok zorlanan, hayatı yani gereksiz derecede bazen düzensiz olabilen duygusal çalkantıları herkes gibi olan bir insanım. Öyle çok ekstra bir özelliğim yok. Fakat şunu söyleyebilirim sebebini bilmiyorum ama hayatımda hiçbir zaman hiçbir döneminde bazen tersini yapmak istesem de beceremediğim bir şey var. O da şimdiye kadar hiç parayla satın alınabilecek bir şeyi özlemedim, peşinde hiç koşmadım. Bana hiç nasip olmadı böyle bir şey. Parayla alınamayacak şeyler beni hep cezbetti ama daha sonra da bazen canım mesela pahalı bir şey istediğinde bir süre sonra benim oldu yani. O konuda çok sıkıntı yaşamadım ama parayla satın alınabilecek kadar değersiz şeyler diye bir kategori var bende ve bu, Aziz Agustin’in sözüdür, felsefe bana hiç para kazandırmadı ama beni birçok masraftan alıkoydu diye ben biraz şansımı burada görüyorum. Çünkü hayatın büyük kısmını parayla satın alınamayacak ama çok kolay elde edilebilecek şeylerle uğraşarak geçirme şansı buldum. Yani herhalde fark bu.

 

  • Tavsiyeleriniz varsa alalım.

 

Söylemiştim çok da şey yapmamak lazım diye. İkincisi insanlar acı ya da mutluluk çekerken, âşık olduklarında ya da terk edildiklerinde veya bunun gibi kuvvetli durumlarda hiç bitmeyecek sanırlar. Ama emin olun her şey bitiyor. Bu da geçer yahu diye bir lafımız var. Her şeyin geçici olduğunu. Bu serbest zamanın, bu güç kuvvetin, bu gençliğin, bu anlayışın, bu inancın, o korkunun, o sevginin, her şeyin geçici olduğunu unutmazsak hayat çok daha kolay olacak. Hiçbir şey taşa yazılmamış, hiçbir şey kaderiniz değil ve kaderinizi yaratan tek bir şey var. Bugün yüzde yüz emin olduğum bir konu, her gün en çok ne yapıyorsanız yarın onunla ilgili bir şey yaşayacaksınız. Küçük tekrarlarınız kaderinizi yaratır, büyük inançlarınız, hedefleriniz, meslekleriniz falan değil. Her gün ne yapıyorsanız yarın onu yaşayacaksınız. Bana evde kontak profesör diyorlardı. Küçüklüğünden beri ya ansiklopedi okuyordum ya bir şey okuyordum. Evde böyle ilaç prospektüsünden tutun evimizin karşısında bulunan fotokopici dükkânının bozuk fotokopileri attığı kutunun içindeki kâğıtlara kadar. O kadar takıntılı bir şekilde okurdum ve ben yıllarca bu tekrarım ve bunun gibi tekrarların sonuçlarını yaşadım, yaşamaya devam ediyorum. Yaşadığım olumsuz her şey de bırakamadığım tekrarlı alışkanlıklarım yüzünden. O yüzden her günümüzü şöyle dikkatli bir şekilde ben bunu niye yapıyorum yani diye bir bakarsak, her şeyin geçici olduğunu bilirsek çok da şey yapmamış oluruz diye düşünüyorum. Teşekkürler